"Hayır beni tanımıyorsun. Sadece görmek istediğini görüyorsun."
Zamanın belki de en ses getiren yapımları arasında yer aldı Bohemian Rhapsody, bunca zaman neden izlemediğimi açıklayamamıştım. Ta ki Reanjeno'nun tepkili şaşkınlığına kadar. (Aydınlanma için bin teşekkür.) Bu hafta sonum muazzam bir şekilde evde geçti, kusursuz diyemem çünkü deli gibi hasta oldum. Bağışıklığım kuvvetlensin diye harcadığım tüm efor suratıma suratıma çarptı. Bu durumu bile fırsata çevirdim, keşke bir kaç gün daha Pazar olsa.
"Olmadığın biri gibi davranarak hiçbir yere varamazsın."
Elbette anladığınız üzere efsanevi grubumuz Queen'in nasıl var olduğu, hangi aşamalardan geçerek bu günlere geldikleri, Freddie'nin şanssızlıklarla dolu şansını anlatıyor. Belki belgesel değil ama zaten bu aşamada izleyebileceğiniz fazlaca seçenek mevcut, hiçbir fikri olmayanlar için muazzam bir ön gösterim filmi olabilir. Bana kalırsa biraz da; "Herkes ne yapıyorsa kendine yapıyor." filmi.
Şans, elimizde olmadan burnumuzun ucuna konduğunu sandığımız fırsatlar gibi. Bence hepsini kendimiz, kendi ellerimiz ve tekrardan kendimiz yaratıyoruz, farkında olmadan dediğimizde de daha kıymetli oluyor. Biraz da hayatı biz sürprizlerle doldurmuyor muyuz? Sadece Freddie'nin şanssızlıklarını izliyormuşsunuz gibi ancak öyle değil bana kalırsa. Sonra en derinden bir yükseliş geliyor, bazen şanslı olmak da şanssızlıktır.
" Geriye bakmak yok. Sadece ileriye! "
Filmi yer yer yükselişlerle birlikte hafif gözyaşlarıyla bitirdim, gerçekten fazlasıyla motive eden bir havası var. Queen hayranlarının gerçeği yansıtma şeffaflığı ve sıralanışından memnun olmamasından dolayı fazlaca eleştiriye maruz kalmış olsa da benim için oldukça başarılı bir filmdi, bir anda insanın Rami Malek kadar yetenekli olası geliyor. Hikayenin özüne kadar inecek olursak tabii ki Mercury olmak isterdik.
Çok uzun zamandır bahsetme fırsatı bulduğumuz, bahsetmeye de devam edeceğimiz bir masal. Disney ile hayatımıza girdiğini sansak da bir yerlerde bu masalı kurgulayan birileri mutlaka var. Kabul etmeliyiz ama, bu eseri bugünlere getiren kıvılcımını öyle başarılı bir şekilde gölgede bırakıyor ki, hikayenin asıl sahibini araştırdığınızda bir kez daha hayran kalıyorsunuz. Hikayenin ilk sahibi Jeanne-Marie de Beaumont adında bir yazar. 18. yüzyıldan günümüze kadar gelen en bilinen masallardan biri.
"Bir kitap her şeyden kaçmanı sağlar."
Hikayenin çeşitli uyarlamaları, sezonluk dizisi de mevcut. Emma Watson, oyunculuğu dışında şarkı söyleme yeteneğini de sergilemiş. İtiraf etmeliyim ki; her sahnesinde aklıma muhteşem serüven Harry Potter geldi. Bir rolle nasıl bu kadar bütünleşebilirse o kadar bütünleşmiş, tüm ekip için geçerli elbet. Bir ara tüm seriyi yenilemeliyim, zamanı gelmiş. Bu filmi Eylül ile izledik, minik kız kardeşim. Konuya fazla hakim olmasından dolayı bilgi aktarımlı bir seyir oldu. Animasyon uyarlamasını daha fazla sevdiğimizi düşünsek de en az onun kadar kendisine kitledi bizi Beauty and the Beast.
Bu kadar çekici kılan şey de müzikal olmasıydı sanırım. Etkisinin büyük olduğunu düşünüyorum. Herkesin bir anda şarkı söylemeye başlayıp dans ettiği sahnelerde ellerimizi birleştirip yerimizde kıpırdadık. Eylül'le aynı frekansta olmak bana her zaman çok iyi hissettirmiştir. Fazla hayvan sever olan kardeşimin canavar sevdiğini de bu filmle keşfetmiş oldum.
Bir masalı dinlemek, izlemek her insana aynı hissettirmez eminim. En gerçekçi bizmişiz gibi kurgulanmış peri masalları çoğu insanı rahatsız eder. Ben masalları sevmem diyen tüm insanlığa iyi geleceğini düşündüğüm bir uyarlama olmuş. Beyaz perde bu tarz hikayelere ulaşabildiği için çok şanslı, bizim şansımızdan bahsetmiyorum bile. Herkesin kendi masalında başrol olmasına olanak sağlıyor. Kendi peri masalınızda başrol oynamayı, frekanslarınızın aynı noktada buluşmasını istediğiniz miniklerinizle izleyebileceğiniz kaliteli bir film tavsiyesi.
LA LA LAND! Senenin belki en fazla ses getiren filmi, üzerine o kadar çok konuşuldu ki izlemekten keyif alırken kendimizi salonda bırakıp çıkacağız falan sandım. Ryan Gosling hayranlığımı bilen bilir, en düşük puanlı filmlerine kadar filmografisinde yer alan tüm filmleri izledim. Artı olarak izlemeden puanlarım her filmini. Bu nasıl bir evlat kayırmaktır?
Gelelim 2017 oscar töreninde isminden ultra söz ettirecek filmimize, Seb ve Mia'nın akıp giden zamanda devamlı karşılaşıyor olmalarıyla başlıyor film. İki farklı hayatın sizin hayatınıza yakın kesitlerini izliyorsunuz ekranda önce. Tutkulu ve yavaş yavaş yorulmaya başladıkları hayallerinin peşinden giderken birbirlerine destek olmaya başlıyorlar bir anda.
"Belki her zaman başarmak isteyen şu insanlardan biriyimdir ama benim için boş bir hayalden başka bir şey değildir."
Damien Chazelle'yi ilk olarak Whiplash ile tanımıştım, sonuna kadar ısrarcı olmaktan vazgeçmediği bir başarı hikayesini izletmişti bana. En sonunda öyle ya da böyle hayallerimizdeki hikayelerin başrollerini yaşayacaktık. Bu konuyu bu kadar güzel ve hissettirerek aktarabiliyor olması beni çok mutlu ediyor. Dümdüz, süslemeden. Açık ve net. Ryan Gosling'in her ne yaparsa yapsın üzerine hepsini çok güzel yakıştırdığından bahsedeceğim biraz, sonuçta insanlar sevdikleri şeylerden bahsetmeye bayılırlar. Dead Man's Bones grubu ile kalbimdeki fethini üst düzey sonsuzluğa taşımıştı, filmde seslendirdiği parçalarda yine aynı duyguya kapıldım.
Başlangıçlara şaşırdığımız anlar dışındaki kısımlarda elbet uçsuz hissettiriyor. Sen biraz sen olabildiysen benim verdiğim mücadele sonucu olmuştur o özgüveni var. Zamanın geçmişliğinde bizi biz yapan tüm ortaklarımıza koca bir sevgiyle. Hayattaki her şeyin bir sebebi olduğuna inanarak daima küllerinden doğacak bir Anka kuşu olmayı unutmayarak aşkla ve bazen minik burukluklarla izleyiniz, seveceksiniz.
Danny Collins, belki de ismini daha önce duymadığınız ünlü rock yıldızı. Kendi isteği dışında sahip olduğu bir repertuara ve kendi isteğiyle yaşadığı korkunç bir hayatı var. Korkunç demek yine bize düşmüyor elbette ama, bir yerde tıkandığı bir hayatı var diyelim. Geç kaldığı bir kırk yılı, yaşadığı lüks içinde hissedemediği doğruları var. Yaşadığı hayatta kendisini bulabildiği anlar dışında çokta abartılacak bir yaşamı yok.
O kadar çok yaşam dedim ki, biyografi filmi olduğunu anlamış olmalısınız. Bir akşam uzandığınızda zamanın sıkıcılığı üzerine düşünürken bir anda neşenizi yerine getirecek sıcaklıkta. Orta yaşlarındaki dünyaca ünlü müzisyenin yaşadığı sanılan hayatının aslında çok farklı olduğunu beş saat sürse de izleyebileceğiniz tatlılıkta aktarmış Dan Fogelman. Geçmişi ile olan samimi kucaklaşmasına şahitlik ediyor olmanız ise her birinden tatlı.
John Lennon'un kendisine yazmış olduğu mektupla geçmişinde yapamadığı, yapmak istemediği şeyleri telafi etmeye çalışır. Son kez beste yapmaya başlar, gerçek aşkı yaşamaya, ailesiyle arasını düzeltmeye ve daha bir çok güzelliğe çok geç olmadan erişmeye çalışır. Tüm bunları çabaladığı anların tatlılığı Al Pacino'nun efsanevi oyunculuğuyla bütünleşmiş. Şimdiden keyifli seyirler..
"Ben de cehenneme giderim çünkü kefareti satın alamazsın."
Filmin ilk sahnesi kalbinizi tek bir sarılışta bıraktığınız anlara götürüyor sizi ilk olarak. Daha orada yakalanıyorsunuz, sırtınızı iyice yaslayıp kendinizi akışa bırakıyorsunuz.
Hayal perdesini kaldıramamış biri için sığ gelebilir film fakat bittiğinde sadece izlemiş olmuyorsunuz; dinliyorsunuz ve havadaki o anlamlı melodilere şahitlik ediyorsunuz. Bence bu film başlarda, "tam bir haksızlık" diye belirttiğimiz hikayelere benziyor. Ivan o kadar şanslı, yetenekli ve saf bir çocuk ki başına gelen bunca kötülüğü ve sonrasında bunlardan sıyrılışı gerçekten muazzam. Hayallere, olmazlara inanmak gerekiyor, yine yeniden. Olmazı olduruyor mu küçük Ivan -August- bilemiyorum çünkü şahit olduğum ya da yaşadığım bir hayattan parça değil.
Duyuyorum diyen Ivan'a inanmayışımız kıskançlık mı? Hayal kuramayanlar, hedefsizler bunlara sahip olanları kıskanıyor değil mi? Öyle, ben biliyorum.
Lyla'nin habersiz kederi ve içindeki ışık yaralıyor başlarda sizi. Bir memurla görüştüğü sahnede gözündeki yaşlar gibi sessiz sedasız da işlenebiliyor acı karşıya. Ölü bir bebekle avutulan Lyla hiç tanımadığı oğlunu gördüğünde bazı yorumlardaki gibi "yok artık" demiyorsunuz daha çok içten bir yutkunma oluyor aslında. Duygu geçişi bu ve oldukça kuvvetli. Ivan'ın kimsenin başına belki de hiç gelemeyecek şekilde zorlukların ve büyük muazzam mutlulukların, başarıların gelmesinin inanmakla ilgisi var. Robin Williams'ı bile gölgede bırakan mis gibi bir gülümseme var karşınızda. İnat ederek türlü kötü yola da denk düşse rotası, yine de vazgeçmeyen bir gülümseme. Keşke başımıza gelse dedirtiyor. Kalbinizin güm güm atmasına, o şahane müzikselliğe hayran kalacağınız bir 100 dakika. Film izlemek gibi değil başta belirttiğim gibi adeta bir konser. Hani bazı romantik filmler bitince koşup sevgilinizi ararsınız ya işte öyle bir his sonunda arda kalan.
Bazı şeyler düzelmiyorsa kabul et mottosunu kendime eklemeye çalışırken vazgeçtim. Bir yanımın aynı yerde düğümlenişi, o elimde kalan tek parçayı kenara itemeyişim hep bir umut. Vazgeçmeyi becerebilseniz de umut etmek kaybolmuyor içimizden ve o denizde kayboluyoruz. Perdeyi araladıysanız size de bana verdiği gücü verecektir.
Beni August'la tanıştırana bin şükran... Siz de duyuyorsunuz değil mi tüm olan biteni, şehrin sesini. Uzaklardaki umut verici sesi...
Sevdiğiniz sesler sizden hiç ayrılmaycakmış gibi izleyiniz.
Bu tarz filmleri pek izlemesem de bu tarz düşünceleri her zaman çantamda taşıyorum. Benimsenmiş bazı durumlarda üzerine gitmek gibi güzel bir özelliğim var, bir şey olmuyorsa olmuyordur deme acizliğini hiçbir evrede kullanmıyorum/kullanamıyorum. O şeyi ben istiyorsam olacak, o kadar. Sonuçta kimse kendi bünyesine karşı evrenden asla yerine getiremeyeceği şeyleri istemiyor ki. Geçtiğimiz yıldan bize emanet çok güzel filmler kaldı, Whiplash onlardan biri, umut verici ve oldukça motivasyon arttırıcı.
Karakterlerden, O.Z'un da efsane oyuncusu J.K Simmons'a kitlendim film boyunca. Oldukça fazla beğendiğimi söylemezsem ayıp ederim. Bir pazartesi akşamı tüm pazartesilere umutla bakmayı öğreten güzel filmlerden.
Andrew isimli genç ve oldukça hırslı delikanlımızın bateri konusunda ustalaşmak pardon usta olmak için çabalamasını izliyoruz. Yeteneğinin olduğuna dair herkesin bir okey'i var fakat Fletcher hocamız hariç. Yeteneğin fazlasını daha fazla çabayla keşfettirmeye çalıştığını siz başından beri algılıyorsunuz zaten.
Kendi kendimize kuru bir aferin aldıktan sonra yaptığımız bu koca haksızlığı öyle güzel vurgulamış ki. Birisi size 'aferin' dedikten sonra her şey biter. Filmde tek bir ülkeyi baz alsalar da bence tüm dünyada en tehlike kelime 'aferin'dir. Süre boyunca temposunu hiç düşürmeyen Whiplash'ın hayran kalınacak pek çok anından sadece bazıları da şöyle;
Orkestra,
Zil,
Şarkılar,
Davul,
Zil üzerindeki kan/ter damlaları,
J.K Simmons!
Bir kaç yarım Andrew'in bakışlarında kaldı sahiden, asıl daha fazlasını başardığınızda kendiniz oluyorsunuz. Zillerin üzerindeki 'İstanbul' yazılarıyla da ayrıca göz kırpmışlar. Son 15 dakikasında kendinizi kaybederek izleyiniz..
Yıllarca her şeyinizden ödünç vererek desteklediğiniz adamın peşinden hayallerini gerçekleştirmeye kalkıp New York'a gittiniz mi bilmem, gitmeden tüm şarkılarına fikir verip albümünün hit parçasını yazdınız mı onu da bilemiyorum ama ortada bir emek varsa çoğunlukla sizindir bundan eminim. Biraz koruyucu oldu sanırım, ayrımcılık değil haklıyım diyen herkes haklıdır, kalbi çürümemişse tabii.
Gretta, yansıtılmak istenenin aksine oldukça güçsüz ve bir hayli acı çeken baş karakterimiz. Bu acıya eş değer başarısı da bir hayli takdir edilesi. Hele bu acıyla bütünleştirdiği şarkı sözleri muazzam. Döneminiz ne olursa olsun izleyeceğiniz döneme bir hayli umut katacak, kesin.
Gretta ve Dave'in beraber kurduklarını sandıkları düzenin Dave tarafından (hiç gocunmadan yazıyorum) ahlaksızca sarsılmasının üzerine Gretta'nın hayatına bir şekilde devam etmesini izliyoruz. O kadar umutlu o kadar başarılı ve o kadar müzik dolu. Bu umut ve başarının baş sorumlusu ise illegal adamımız Dan.
Baştan sona sıkılmadan izleyeceğiniz oldukça eğlenceli ama bir köşede yüreğinizi sıkıştıran bir film. Tam anlamıyla bir Pazartesi filmi. Gretta'nın iniş çıkışlarında ve New York'un büyüsünde kalarak izleyiniz.
Polonya'lı deha diye bahsediyorlar hakkında. Bir film görselinden arakladım ismini ben de bazen bir resim hayatınızı değiştirebiliyor kısmı bende farklı işliyor.
Bir trafik kazasında eşini ve çocuğunu kaybeden Julie'nin kendini bir türlü toparlayamamasını konu edinmiş film. Ama bu kadar vurucu ve yaralayıcı sahneleri hep kendi yanınıza ayırıyorsunuz keza soundtrack'lar da aynı şekilde. Bu kadar hüzün ve bu kadar vicdani duygular ön plandayken sabrınızın bir şekilde sönmesine neden olan gerçeklerle yüzleşiyorsunuz. Üzerinizden koca bir fil kalkıyor o sırada. "Artık tek bir şey yapmam gerektiğini öğrendim; hiçbir şey."
Kurgulanmış en güzel sahneleri barındırıyor benim için, Julie'nin yüzleştiği gerçekten sonra kocaman bir "Oh!" çekiyorsunuz, Julie için. Yürürken geçmişine inat ellerini duvara sürrtüğü sahneden tutun yüzleştiği gerçekten sonra yaptığı her hamleye kadar kalbimin en güzel nefes alanlarında. Üçlemenin ilk ve en güzeli, diğer renklerde görüşürüz. İyi seyirler..
“Eğer meleklerin diliyle konuşsam; ama sevgim olmasa ben bir hiçim.”
" Bir kadına ,bir kadın olarak verebileceğiniz tavsiye ne olurdu? - Sevmesi
- Bir kıza? - Sevmesi
- Bir çocuğa? - Sevmesi..."
İşte tam bu sırada ben dahil oluyorum konuya Edith Piaf ile bir ömür geçirdim çünkü, sanki tüm yaşadıklarında yanındaydım. Tam da öyle bir etki bırakıyor üzerinizde bu film, muazzam oyunculuğuyla Marion'un başarısı mı yoksa yönetmen Olivier Dahan başarısı mı bilemiyorum. Bu kadar acının üzerine verebileceği tek ve daimi tavsiye -sevmek- olan Edith başarısı bence.
Edith, çok küçükken babası tarafından bir geneleve kısa süreli bakılması için bırakılıyor. Yaşamının en mucizevi olayı da görmekten vazgeçen gözlerinin tedavi sonucu görmeye başlamasıdır büyük ihtimalle. Döneminin Fransa'sında oldukça sevilen bir müzisyen olmaya sokakta şarkı söyleyerek adım atmıştır.
Belki de hayatınızda izleyeceğiniz en güzel biyografik film, henüz 24 saat bile olmadı fakat yeniden izlememem için hiçbir sebep yok. Beni dört dörtlük bir insan yapacak kadar güzel. Ben diyorum ki; sanki Edith ile bir ömür geçirdim. Neler öğrendim, yanıma neleri aldım bana kalsın ama siz de izleyin size de bir şeyler kalsın.
Bu çocukluktan ölüme kadar Edith Piaf'ın kalbinizde asla ölemeyecek hikayesine şahitlik ediyor olmanız size çok farklı hissettirecek. Etkisinden çıkamayacağınız her sahnesi için şimdiden keyifli seyirler. Bu sefer fragman değil kalbimin baş tacı sahnesini paylaşıyorum. Sonuçta Edith Piaf farkı olmalı.
Ecem ve ben hala dram filmleri kraliçesi olamadık.
Ecem,
Öğretmen olarak atanmayı beklerken orta yerimden bölündüm. Bir yarım turizme can veriyor diğer yarım yaşadığım duyguları filmlere alet ederek bu blogda dile geliyor.
İsminin birincisi Filmisyen'in sonsuz konfor sağladığı misafirlikteyim ^^
Ben,
Lojistisyen olarak çıktığım bu yolda ne olacağıma karar vermeye çalışmayarak savruluyorum. Burada da hayatıma dokunmuş filmler hakkında konuşuyorum.